25 Mayıs 2025 Pazar

Sultan Şeyhmus: Mardin’in Manevi Işığı

 077 yılında Mardin’de doğan Sultan Şeyhmus, genç yaşta ilim ve hikmet peşinde koşarak Menbic’te medrese eğitimi aldı. Ancak ruhu, Mardin’in Sultanköy (Kürtçe: Şêxan) köyünün sakin topraklarında buldu huzuru. Abdülkadir Geylânî ile kurduğu derin manevi bağ, onun yolunu aydınlattı. Geylânî, bu mütevazı alimin büyük bir velî olacağını müjdelediğinde, Sultan Şeyhmus’un kaderi adeta mühürlenmişti. Soyunun Halife Ömer’e uzandığı, Medine’deki Ârif Hikmet Kütüphanesi’nde saklı Mevahib’ül-İhsaniyye adlı eserde yazılıdır; bu, onun manevi mirasının ne denli köklü olduğunu gösterir.

Mardin’in kurak karstik platosunda su, bir hazine kadar kıymetlidir. Rivayete göre, Abdülkadir Geylânî’nin Mardin’e ziyareti sırasında su bulunamayınca, Sultan Şeyhmus asasını yere vurmuş. O anda, toprağın bağrından kırk farklı noktada su fışkırmış! Bu mucize, Şeyhan Çayı ve çevresindeki kırk çeşmenin doğuşu olarak anlatılır. Bugün bile bu sular, hem toprağı hem de gönülleri beslemeye devam eder.
Mardin-Diyarbakır yolu üzerinde, Mazıdağı’na bağlı Yüce (Sultan) köyünde yer alan Sultan Şeyhmus Türbesi, bir külliye gibi kucaklar ziyaretçilerini. 2008’de restore edilen bu manevi merkezde cami, eğitim odaları ve ruhsal şifa arayanlar için özel alanlar bulunur. Ramazan aylarında dolup taşan türbe, çocuk sahibi olmak isteyenlerden şifa arayanlara, adak adayanlardan dua edenlere kadar binlerce insanı ağırlar. Yörede yeni doğan çocuklara “Şeyhmus” ve “Sultan” isimlerinin verilmesi, bu büyük velîye duyulan sevginin bir yansımasıdır.
Sultan Şeyhmus, yalnızca bir dini figür değil, aynı zamanda Mardin ve Diyarbakır’ın kültürel dokusuna işlenmiş bir semboldür. Türbesi, inanç turizminin en önemli duraklarından biri olarak yerel halkın ve uzak diyarlardan gelen ziyaretçilerin buluşma noktasıdır. Burası, sadece duaların yükseldiği bir mekan değil, aynı zamanda Mardin’in tarihine ve ruhuna dokunan bir hazinedir.
Sabri Karadoğan







Dara Antik Kenti'nin Toplu Mezarı: Yeniden Dirilişin İzinde

 Mardin kentinin yaklaşık 30 kilometre güneyinde, Oğuz köyünde yer alan Dara Antik Kenti, Mezopotamya'nın en önemli yerleşim merkezlerinden biri olarak bilinir ve “Mezopotamya'nın Efesi” olarak anılır. Bu kadim şehir, özellikle nekropol (toplu mezar) alanıyla dikkat çeker; buradaki “Büyük Galeri Mezar” dünyada eşine az rastlanan bir yapıdır.

Dara Antik Kenti, MS 505 yılında Doğu Roma İmparatoru Anastasius tarafından Sasanilere karşı bir garnizon kenti olarak kurulmuş, Mezopotamya platformu ile Tur Abdin Dağları'nın kesiştiği yerde yer alır. Ancak Dara'yı benzersiz kılan, kentteki kaya kütlelerine oyulmuş etkileyici nekropol alanıdır. Bu alanda bulunan “Büyük Galeri Mezar”, hem mimarisi hem de ardındaki hikâyeyle adeta büyüleyici bir zaman kapsülü gibidir.
MS 573 yılında Sasanilerle Romalılar arasında yaşanan büyük bir savaşta binlerce Roma askeri ve insan hayatını kaybettii. MS 591'de sürgünden dönen Romalılar, savaş meydanında yitip giden yaklaşık 3.000 kişinin kemiklerini tek tek toplayarak bu galeri mezara yerleştirdi. Bu mezar, sadece bir gömü alanı değil, aynı zamanda derin bir inancın devamıydı: “Yeniden Diriliş” inancı. Hıristiyanlık ve Yahudilikte önemli bir yere sahip olan Eski Ahit'teki Hezekiel Peygamber'in (Hezekiel) “ruhlara nefesler vererek ölüleri diriltme” mucizesine dayanarak, bu kemiklerin bir gün yeniden diriltileceğine inanılıyordu.
Mezarın girişinde yer alan kabartmalar, bu inancı bir şekilde gözlerin önüne serer. Kabartmalarda, Hezekiel'in ölüleri diriltme sahnesi, bitkisel motifler, kanatlı figürler ve hatta Zerdüştlükten Hıristiyanlığa, orijinli İslam tasavvufuna uzanan servi ağacı sembolü yer alır. Bu semboller, Dara'nın farklı kültür ve inançların kesişim noktası olduğunu kanıtlamaktadır.
Büyük Galeri Mezar, ana kayaya oyularak üç katlı bir yapı olarak inşa edilmiştir:
Üst Kat : Ritüel sahnelerinin sergilendiği bir alan olarak kullanılmıştır.
Orta Kat : Tonozlu mezarın gizemli bölümlerinden biridir. Din adamları ve önemli kişiler için ayrılmış sanduka mezarları burada bulunur.
Alt Kat : Yüzlerce insana ait kemiklerin toplandığı alandır. 2009-2010 yıllarında Mardin Müzesi tarafından yapılan kazılarda, bu katmanda 3.000'den fazla kişiye ait kemikler, kandiller, su kapları ve gözyaşı şişeleri gibi eşyalar ortaya çıkarılmıştır.
Mezarın girişi, kapatılarak koruma altına alındı ve ziyaretçiler için bir yürüyüş platformu oluşturuldu. Bu sayede kemikler ve kabartmalar görülebilirken, alana mistik bir atmosfer kazandırıldı. Antropolojik incelemelerde, bu kemiklerin sahiplerinin ortalama 45 yaşında ve 1.400 yıl boyunca burada muhafaza edildiği ortaya çıkmıştır.
Dara'nın nekropolü, sadece Hıristiyanlara değil, farklı inançlara da ev sahipliği yapıyor. Süryani, Zerdüşt ve Müslüman mezarları bir arada bulunmaktadır. Örneğin 1870 Rus-Çeçen Savaşı'ndan kaçarak Dara'ya sığınan ve olası hastalıklar nedeniyle ölen Çeçenlere ait mezarlar da bu alanda yer alır. Ayrıca, kentte yaşayanlar tepede, 14.-15. yüzyıla tarihlenen bir kümbet bulunmaktadır.
Süryaniler, bugün halen devam etmekte olan “Kutsal Cumartesi” çalışmalarını bu alanda Eski Ahit'ten bölümler okuyarak yeniden diriliş ritüellerini sürdürümektedirler. Bu, Dara'nın somut olmayan kültürel birikiminin bir parçası olarak, binlerce yıllık bir inancın canlı kanıtıdır.
Dara Antik Kenti'ndeki galeri mezarı, 2017 yılında restore edilerek ziyarete açılmıştır ve dünyada başka bir örnek olmayan bu yapı, inanç turizmi açısından büyük bir çekim merkezidir. Mezarlar, kaya mezarları, lahit tipi mezarlar ve basit sanduka mezarları olmak üzere üç farklı tipte olanlardan çıkar. Pagan ve Mitra kültürlerinde “yeniden doğuş” inancıyla kayalara gömülen ölüler, Dara'nın çok kültürlü yapısını yansıtırlar.
Mardin merkezden yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla ulaşılabilen Dara, taş evler, sarnıçlar, kiliseler ve çarşı gibi diğer kalıntılarla da büyüleyici bir deneyim sunuyor.
Dara'nın toplu mezarı, sadece arkeolojik bir kalıntı değil, aynı zamanda insanlığın inançları, savaş ve umut dolu hikayelerinin bir parçasıdır. Bir yıl önce yaşanmış insanların kemikleri, onların yeniden dirildiğine olan inancıyla birleştiğinde, yönetile hem hüzünlü hem de hayranlık uyandıran bir atmosfer sunar. Dara'ya giden yol düşerse, bu galeri mezarının gölgesinde, tarihin fısıltılarını dinlemeyi unutmayın.
Sabri Karadoğan
Yazının kaynağı: https://geo-map.net/dara/




Akşehir'de Bir Gün

 Akşehir’e vardığınızda, bir masal kitabının sayfaları açılıyor adeta. Sultan Dağları’nın eteğinde, gölün kenarında (maalesef neredeyse kurumuş bir göl) uzanan bu şehir, her köşesinde başka bir hikâye fısıldıyor.

Akşehir'e vardığınızda sanki eski bir defter açılıyor. Nasreddin Hoca'nın bilgeliği, Selçuklu'nun taş işçiliği ve Osmanlı'nın zarif dokunuşları bu küçük şehirde birleşiyor. Sultan Dağları'nın eteklerinde, gölün hikayesi boyunca uzanan Akşehir, her köşesinde başka bir hikâye fışkırıyor. Gelin, bu hikayeleri bir keşfedelim; Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi'nin huzurundan Eski Kilise'nin sessiz taşlarına, Nasreddin Hoca'nın kilitli kapısından İmaret Camii'nin kubbelerine, Taş Medrese'nin zamanına ve Ulu Camii'nin heybetine uzanalım.

Sabahın erken saatlerinde, Eskikale Mahallesi'nin dar sokaklarında kendinizi buluyorsunuz. Orta Hamam Sokağı'nda, Eski Kilise sizi karşılıyor. 19. yüzyılda Akşehir'in Ermeni akınları tarafından örülmüş bu yapı, taş ve tuğlanın sade ama büyüleyici mimarisiyle ​​yükseliyor. 2018'de restore edilmiş, şimdi sanat sergilerinin renkleriyle canlanıyor. Çarşıya, Arasta'nın hareketli karmaşasına birkaç adım uzaklıkta, ama kendi sessiz dünyasında. Kapıyı aralayıp içeriye girdiğinizde, kemerli pencerelerden süzülen ışık taşlarında dans ediyor. Bir zamanlar burada yankılanan dualar, şimdi fırça darbelerine karışmış. Dışarı çıkarken, yakınlarda bir fırında yükselen etli ekmek kokusu sizi çağırıyor; Akşehir'in sıcaklığı, sabahınıza tat katıyor.

Şimdi şehrin ortasından akan Tekke Deresi boyunca yürüyorsunuz, çünkü Nasreddin Hoca Türbesi sizi bekliyor. Hıdırlık Mevkii'de, bir mezarlığın içinde, altı sütunlu, açık bir türbe yükseliyor. 13. yüzyılda bu esprili filozof için 1905'te yenilenmiş, sembolik bir mezar. Ama asıl dikkat edilmesi gereken, türbenin kilitli kapısı ve açık duvarlar. Hoca'nın “Hırsız kapıdan mı girer?” diyerek güldürdüğü o bilge mizahı, burada taşlarda yaşıyor. Türbenin serin gölgesinde dururken, bir an, Hoca'nın sesini duyar gibi oluyorsunuz.

Yürüyüşe devam edip Akşehir'in kalbine varıyorsunuz; İşte Ulu Camii , Selçuklu'nun heybetli bir eseri. 13. yüzyılda kalma bu cami, sade ama etkileyici taş işçiliğiyle sizi büyülüyor. Minaresi, gökyüzüne uzanan bir dua gibi. İçeri girince serin taş zeminde bir an duruyorsunuz; yüzyılların ağırlığını, ama bir o kadar da hafifliğini hissediyorsunuz. Caminin avlusunda, Akşehir'in günlük telaşıyla tarih iç içe. Yanında, Hoca'nın türbesine yakın bir yerde, şehrin ruhunu taşıyan başka bir yapı sizi çağırıyor.

Biraz sonra İmaret Camii'nin kubbesi beliriyor. 1510'da Hasan Paşa tarafından yaptırılmış, Akşehir'in tek Osmanlı camisi. Kesme taşlarla örülmüş, tek bir büyük kubbe ve dört köşedeki küçük kubbeleriyle zarif bir siluet çiziyor. Şadırvanı ve gül bahçesi camiye bir saray avlusu havası katıyor. Girişteki ilk sütunun solunda bir bronz halka gözünüze çarpıyor; Evliya Çelebi'nin 1638'de burada ziyaret ettiğini yazdığı, Sultan IV. Murad'ın geçişinin not edildiği duvarlarda asırlık kitabeler sanki bir ziyaretçi defteri gibi. Namaz vaktinde buradaysanız, cemaatin sakin ritmi sizi sarıyor.

Şimdi, tarih kokan bir başka durak için yönünüzü değiştiriyorsunuz: Taş Medrese . 13. yüzyıldan kalma bu Selçuklu eseri, artık bir müze olarak hayat buluyor. Sade ama etkileyici taş kapısıyla dikkat çekiyor. İçeri girdiğinizde, Selçuklu'nun o ince işlemeleri sizi karşılıyor. Müzedeki eserler, Akşehir'in Hitit'ten Osmanlı'ya uzanan yolculuğunu anlatıyor. Bir vitrinde belki bir çömlek, belki bir sikke; Hepsi bu toprakların hikayelerinden bir parça. Medresenin avlusunda, taşların serinliğinde bir soluklanıyorsunuz.  22 Ağustos büyük taaruzun karargâhı Etnoğrafya Müzesi’ni ve Gavur Hamamı’nı atlamamak gerek.

Son durak için güneye, Sultan Dağları'nın eteklerine uzanıyoruz. Anıt Mahallesi'nde, Seyyid Mahmut Hayrani Sokağı'nda, Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi sizi kucaklıyor. 13. yüzyılda Mevlana'nın çağdaşı bu Sufi azizi için yapılmış; 15. yüzyılda yenilenmiş. Selçuklu'nun geometrik desenleri, kare tabanı ve konik çatısıyla türbe, adeta bir şiir gibi. Ferruhşah Mescidi'ne komşu, Tekke Kent Ormanı'nın yeşiliyle, Sedir ağaçlarıyla bütünleşmiş adeta. İçeri adım attığınızda, dünya susuyor. Taşların arasında biriken maneviyat ruhunuza işliyor. Çevredeki restore edilmiş evler, asırlık bir masaldan fırlamış gibi. Yeni dikilmiş sedir ağaçları, bu kutsal mekana taze bir nefes katıyor. Burada Hayrani'nin öğretilerini düşünürken, Akşehir'in derinliğini hissediyorsunuz.

Akşehir, bu duraklarla tarihin, mizahın ve maneviyatın kucakladığı bir birikimi ortaya çıkarıyor. Bir günde hepsini görebilirsiniz: Sabah Eski Kilise'de sanatla, Ulu Camii'de sükûnetle başlayın; öğlen Nasreddin Hoca Türbesi'nde gülümseyip, İmaret Camii'de Evliya Çelebi'yi yanınızda hissediyorsunuz. Taş Medrese'de tarihi soluyor, akşam üstü Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi'nde huzur buluyorsunuz.

Arasta'da etli ekmek yiyip, Tekke'nin dingin atmosferinde Nimet Baba’ya, Yağlı Dede’ye seyr-u sefer eyleyin. Çünkü Akşehir, “Ya tutarsa?” dedirtiyor.

Sabri Karadoğan

Yazının kaynağı: https://geo-map.net/aksehirde-bir-gun/ 














Sultan Şeyhmus: Mardin’in Manevi Işığı

 077 yılında Mardin’de doğan Sultan Şeyhmus, genç yaşta ilim ve hikmet peşinde koşarak Menbic’te medrese eğitimi aldı. Ancak ruhu, Mardin’in...