5 Mart 2001 Pazartesi

Dicle Havzasındaki Doğal Çevre ve Beşeri Özellikler

 

DİCLE HAVZASINDAKİ  DOĞAL ÇEVRE VE BEŞERİ ÖZELLİKLER İLE ARKEOLOJİK DEĞERLERİN, BÖLGE PALEO-COĞRAFİK VE PALEO-KÜLTÜREL KOŞULLARIN BELİRLENMESİNDEKİ ROLÜ VE BUGÜNKÜ DURUM

 

Prof.Dr. Saadettin TONBUL[1]

Arş.Gör. Sabri KARADOĞAN

 

ÖZET

Dicle Havzası fiziksel koşulların hızlı bir değişim ve gelişim süreci yaşadığı, çok farklı morfojenetik sahaları kısa mesafeler dahilinde bünyesinde bulunduran ve aynı zamanda kültürel yapının da heterojen olduğu ve sürekli değiştiği zenginleştiği bir sahadır.

Havzanın Türkiye toprakları içinde kalan bölümü ve çevresi tarihsel anlamda kültürel yaşam açısından uygun fiziksel şartlara sahiptir. Kuzeydeki kaynak alanlarında morfoloji sarp, arızalı ve dağlık olup Dicle nehri boğazlar içinde akar. Bu çevredeki sarp kayalıklar ve kalker blokları savunma ihtiyacı duyan uygarlıklar için ideal bir ortam hazırlarken daha aşağıda bir plato içinde kenar kıvrımlarını yararak akan Dicle Nehri’nin alüvyonlarını biriktirmesiyle oluşan verimli topraklar ve gittikçe genişleyen vadi ve ardından Arabistan platformuna ait düzlükler elverişli iklim ve ulaşım şartlarının da eklenmesiyle insanlık tarihinde yerleşik düzenin oluşmasında ve tarım kültürünün gelişmesinde ev sahipliği yapmıştır. Zira “Bereketli Hilal” olarak anılan ve Yukarı Mezopotamya’nın bir parçası olan bu bölge, güneyindeki kurak ve yarı kurak düzlüklere göre çok daha elverişli doğal koşullara sahip olup, uygarlık tarihi açısından  sadece Mezopotamya’nın bir parçası olarak değil, aynı zamanda Yakın Doğu kültürleri ile Anadolu kültürlerinin birleştiği, birbirleri ile kaynaştığı yer olması açısından da önemlidir. Bu nedenle havzada  binlerce yılın birikimlerinin izlerini taşıyan çok sayıdaki arkeolojik kalıntıyı görebilmek mümkündür

Bugün henüz ortaya çıkarılmamış ya da  ağır bir tahribat altında bulunan veya sulama projeleriyle yok olmayla karşı karşıya olan çok sayıdaki ören yeri, buluntu yeri, görkemli geçmişin izlerini taşıyan tarihi anıt ve mekanın detaylı araştırılması, korunması veya kurtarılması gerekmektedir.

 

GİRİŞ

İnsanlar tarih boyunca gereksinimlerini dengeleyecek coğrafi ortamları yerleşme alanı olarak seçmişlerdir. Buna bağlı olarak doğal çevrenin bir parçası olmuşlar ve bu ortam şartlarının değiştiği ölçüde yaşama biçimleri, yerleşme, mekanları kültürel özellikleri ve uygarlık düzeyleri de değişmiş ve adeta insanoğlu tarih boyunca bulunduğu coğrafi çevrenin bir parçası olmuştur.

Ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi coğrafi konumu itibariyle başlangıçtan günümüze beşeri hayata sahne olmuş çok farklı ve zengin kültürler biçimlenmiştir. Bunda kuşkusuz bölgenin jeomorfoloji, iklim, toprak, su gibi doğal çevre elemanları açısından sahip olduğu elverişli ortam etkili olmuştur.

Bölgede ugarlıkları kendine çekmiş iki önemli coğrafi unsurdan biri Fırat nehri, öteki ise Dicle nehridir. Kuzey Afrikada Nil nehrinin anlamı ne ise Ortadoğu’da Fırat ve Dicle nehrinin anlamı odur.

Bu çalışmada Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin insanın ekolojik yaşam ortamı açısından sahip olduğu doğal çevre şartları ve özellikleri belirtilerek, taşıdığı coğrafi potansiyel nedeniyle insanları kendine çekmiş, çevresinde sürekli ve yoğun beşeri aktivitelere sahne olmuş iki önemli arkarsuyundan biri olan Dicle Nehri havzasının ülkemiz toprakları içindeki bölümünde  mevcut risk altındaki önemli arkeolojik değerlerinden ve tarihinden hareketle bugünkü durum ve paleocoğrafya araştırmaları yönünden önemi vurgulanmaya çalışılmıştır.

 

DOĞAL ÇEVRE ŞARTLARININ İNSAN YAŞAM ALANLARINA VE YERLEŞME KÜLTÜRLERİNE ETKİSİ

İnsanların ve yerleşim alanlarının yeryüzündeki dağılışı her yerde aynı değildir. İnsanın canlı bir varlık olarak yaşamını devam ettirebilmesi ve ihtiyaçlarını karşılaması birtakım şartlara bağlıdır. İnsanoğlu bu ihtiyaçlarını kolayca karşılayabildiği yerlerde yerleşmiş ve kültürler oluşturmuştur. Dolayısıyle yerleşme sahalarının yeryüzündeki dağılışına baktığımızda zaman içindeki intiyaçlara göre doğal ortamın elverişliliğine paralel bir seyir gösterdiği gözlenir. İnsan toplulukları ancak barınabildikleri, ziraat yapabildikleri, suyu kolayca bulabildikleri, ekstrem iklim şartlarından rahatsız olmadıkları, diğer yerlerle kolayca ulaşımlarını sağlayabildikleri veya kendilerini dış tehlikelerden koruyabildikleri alanlara yerleşmişlerdir. Bütün bu imkanlar kuşkusuz doğal çevre şartlarına bağlıdır. Sonuçta tarih boyunca insanın yeryüzündeki yaşam sahası coğrafi şartların değiştiği oranda gelişmiş, değişmiş, veya yer değiştirmiştir.

Güneydoğu Anadolu bölgesi ve özellikle buradaki iki önemli akarsu havzasından biri olan Dicle Havzası en eski medeniyetlerin ve bunlara bağlı yerleşim alanlarının tarih boyunca kesintisiz devam ettiği ve dönemlere göre önemli değişiklikler gösterdiği bir coğrafyada bulunmaktadır.

Dünya üzerinde farklı morfojenetik süreçlere bağlı olarak rölyef şekilleri bir yerden başka bir yere çok değişik özellikler gösterir.Yani yeryüzü sathı homojen değildir. Dolayısıyle topoğrafik açıdan bazı alanlar insanlar için yaşam sahasını daraltıp sınırlandırırken, bazı yerler elverişli imkanlar sunmaktadır. Tarih boyunca yerleşme üzerinde etkili olan jemorfolojik ve topoğrafik birimler; tarımsal aktiviteye izin verme, konut yapımına elverişlilik, litolojik malzemeyi kolayca bulma, ulaşım, savunma, çevreye hakim bir konumda bulunma, uygun bakı gibi  kaygılarla değerlendirilmiştir.

Bu yönüyle jeomorfoloji doğal ortamın  diğer öğeleri olan iklim, su ve canlılar içinde doğal çevrenin en önemli öğesidir.[2] Rölyef etkisini Doğu Anadolu da kurulmuş olan Urartu medeniyetinde görmekteyiz.Zira Doğu Anodulu’nun topoğrafik yapısı Urartu devlet yapısı ve yerleşmelerine damgasını vuran en önemli unsurdur [3]

 

Yerleşme alanlarını belirleyen veya kısıtlayan en önemli topoğrafik faktör hiç kuşkusuz yükseltidir [4]. Fakat yerleşme yerini sınırlayan yükselti değeri coğrafi kuşağa, klimatik bölgeye, rölyefin genel yapısına, toprak şartlarına ve insanların ekonomik ve görüş ve davranışlarına bağlı olarak bir yerden bir başka yere değişiklik göstermektedir. Yine de zorunlu bir savunma ihtiyacı olmadıkça insanlar genellikle düşük yükselti kademesindeki alanları yerleşme yeri olarak tercih etmişlerdir. Buna göre iklimin ve vejetasyon süresinin uygun olduğu, civarında deniz, göl ve akarsu gibi bir hidrografik ünitenin bulunduğu, genellikle  düşük yükselti kademesindeki ova tabanları ile çevreleri Türkiye’de en optimum yerleşme alanları olmuştur [5]. Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde kıyı, delta ve çöküntü ovaları, İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise ovalar ve alçak platolar sözkonusu elverişli doğal ortam şartlarını bünyesinde bulunduran alanlar olup olağanüstü bir durum olmadıkça tarih boyunca insanların yaşam sahnesi olmuştur.

 

Toprak ve tarıma bağlı sedanter yaşamın başladığı Neolitik’ten itibaren Anadolu’da insanlar yerleşmek için verimli ova ve vadilerini tercih etmiştir. Ancak, yerleşme açısından, ova ünitesi pek çok olumlu özelliklerinin yanı sıra olumsuz şartları da içermektedir. Ovanın merkezi kesiminde bulunan drenaj ve yeraltı suyu problemleri, taşkın tehlikesi ova ile dağlık sahaya geçiş kuşağındaki derelerin ağız kesiminde ise sel ve yoğun sediment riski bu dönem insanını sözkonusu verimli tarım alanlarından uzaklaştırmamış ve bir takım çözümler üretmeye itmiştir. İnsanlar ya aynı vadi ve ova tabanlarında çevresine göre 25-50 m yükseklikteki höyüklere yerleşmişler, ya da kenardaki akarsu sekilerini daha güvenli yerler olarak tercih etmişlerdir.

Jeomorfolojik açıdan ovaların yarılma derecesi ve durumları ile litolojik karakterleri önemli bir faktördür. Bu konuda Çayönü yerleşmesi çok önemli bir örnektir. Çünkü Çayönü yerleşmesi Anadolu’nun en eski yerleşme noktalarından biridir ve o zamanki durumunu hiç bozmadan bugüne kadar koruması oldukça ilginçtir. Erol (1983)’a göre Ergani güneyi ve Çayönü dolayındaki geniş aşınım düzlükleri Pleyistosen’e ait çok eski düzlük sistemleridir ve Çayönü kesiminde süresi en az 2 milyon yılı kapsayan Kuvaterner boyunca yer şekillenmesi çok yavaş olmuş, Pleyistosen de ise yer şekillenmesi adeta durmuştur. Halbuki buradan en çok 20-30 km batıda büyük Fırat yarma vadilerinde aynı süre içindeki yarılma bazı kesimlerde 500-800 metreyi bulmuştur. Fırat Nehri’nden uzakta sükunet içinde gelişmiş olan Çayönü yerleşmesi ortam farklılığını açıkça ortaya koymaktadır.

 

Dicle havzasında da gördüğümüz gibi yerleşmelerde en çok tercih edilen ova ve vadi tabanları, su ve toprak bakımından zengin, iklimin elverişli, en verimli tarım alanları olmaları nedeniyle, zamanla nüfusun ve tarımsal alan ihtiyacını artmasına bağlı olarak aynı zamanda arazi degredasyonunu da gündeme getirmiştir [6].

Bugüne kadar saptanan mağaraların önemli bir çoğunluğu Toros kalker kütlesinin güney bölümünde  yer almaktadır. Mağaraların oluşmasına uygun litolojinin bulunduğu  Toros silsilesi bu nedenle Paleolitik mağara yerleşmelerinin vatanı olmuştur.[7] Yine Gaziantep dolaylarında olduğu gibi bu çevrelerdeki çözülmüş kalkerlerden arta kalan silis yumruları çeşitli ilkel aletlere kaynak teşkil etmiştir [8].

 

Eğil ve Hasankeyf ‘te görüldüğü üzere savunmaya elverişli topoğrafyaya sahip dik yamaçlı alanlar da tarih boyunca aranan yerler olmuştur. İstihkam noktaları genellikle korunaklı ulaşılması kolay olmayan muazzam dik kayalıklarını üzerine kurulmuştur. Bu yerleşmeler o zamanlar genellikle ilkbaharda başlayan ve sonbaharda sona eren yağmacı akınlarına karşı kurulmuştur. Tek problem uzun süren muhasaralara karşı açlık problemiydi. Ama yine de buraları en uygun ve güvenli iskan noktaları olmuştur. Bu nedenle kaleler ve çevreleri birtakım yeni şehirlere merkez olmuşlardır.

 

GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİNİN BUGÜNKÜ VE PALEOCOĞRAFİK ÇEVRE KOŞULLARI

 

Güneydoğu Toroslar yayının önünde Suriye platformuna doğru gittikçe alçalan ve tek düzeliğiyle dikkati çeken ve stepik platolar olarak nitelenebilecek Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde coğrafi konum, yer şekilleri, iklim ve su düzeni gerek bugünkü, gerek tarihöncesi çağlardaki doğal çevreyi belirleyen ve kültürel çevrebilim açısından en etkili olan öğeler olmuştur.[9]

Bölge tarih boyunca gerek kendi içindeki uygarlıkları birbirlerine, gerekse bunları daha uzaktaki ülkelere bağlayan yolların doğal güzergahı olmuş, bu yollar boyunca toplumlar ya birbirleri ile barış içinde ticaret yaparak, ya da savaşarak kültür alışverişinde bulunmuşlardır. Bu coğrafya milattan binlerce yıl önce gelişen ilk büyük uygarlıkların, verimli alanları ile ilk etkili tarımcılığın gelişme alanı olmuştur. Hilal biçimli bu doğal bölgenin tarihçiler ve arkeologlar tarafından ”Verimli Hilal” olarak adlandırılmasının nedeni budur. Çevresi içinde yol şebekesi bakımından adeta bir düğüm noktası durumunda olan saha bugün olduğu gibi geçmişte de doğal ortam ve kültürel çevre bakımından önemli sonuçlara yol açmış olan ve olması gereken konum üstünlüklerine sahiptir.[10]

 Bütünüyle geniş bir plato görünüşünde olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi  Dicle ve Fırat nehirleri ile bunların kolları tarafından yarılmış kimi yerde hafifçe kıvrımlı ve kısmen faylı bir plato alanıdır. bölgeyi, Sözer (1983) e göre Mesozoik‘ten Tersiyer sonlarına kadar tortullardan oluşmuş olan Dicle Havzasını, kuzeyi Toros – Zagros  orojenik kuşağı, kıvrımlanmış kuşak, kıvrımlanmamış  kuşak olarak  üç birim oluşturur ve bölge kuzeyden güneye doğru alçalıcı bir özellik gösterir [11].

Güneydoğu Anadolu’yu doğal bir bölge olarak belirleyen faktörlerin belki de en önemlisi jeolojik ve jeomorfolojik özellikleridir. Bu özellikler içinde en önemlisi jeomorfolojik ve jeolojik birimler arasındaki sıkı bağlılıktır.[12]

 

Dicle havzasında yer yer paleozoik ve mesozoyik yaşlı birimler aflörman vermekle birlikte tersiyer sedimentasyonu hakimdir. Kuzeyde şiddetli kıvrılmaya ve yer yer metamorfizmaya uğramış kayaçlardan oluşmuş 2000-3000 m yüksekliğindeki dağlar bir duvar gibi yükselir. Bu Dağlık kütle volkano-sedimanter karmaşıklar ve metamorfitlerden meydana gelmiş olup, bunların güneye doğru ofiyolitler üzerine  itilmesi sözkonusudur. Daha güneydeki alanlar için hayati önem taşıyan Dicle Nehri ve kolları bu şiddetli yarılmış ve çok engebeli ve aşılması güç dağlardan iner. Doğal yollar da bu akarsu vadilerini izleyerek iç kesimlere sokulur.

Kuzeydeki dağlık alanın eteklerinde jeolojisi ve jeomorfolojisi daha farklı özelliklere sahip bir alan yer alır.Gerideki yüksek dağlara paralel olarak uzanan uzun dalgalı kıvrımlar ile domlar oluşturan, dağlardan uzaklaştıkça eğimleri azalarak monoklinal ve en sonunda yatay görünüm alan yapılar bulunmaktadır.[13] Kenar kıvrımları olarak nitelenen bu alan jeomorfolojik açıdan tipik şekillere sahiptir. Kafesli drenaj, içi boşaltılmış domlar, kornişler, hogbackler, kuestalar, sübsekant depresyonlar yaygın olarak izlenir. Sübsekant depresyonlar yol güzergahı, yerleşme ve tarım alanı olarak bu bölgenin en değerli yerlerini oluşturur.

 Mesozoik-Oligosen yaşlı birimlerden oluşan bu kuşak takriben pervari, Şirvan, Sason, Lice, Maden, Çermik, hattı boyunca uzanır.

Daha güneyde yükseklikleri gittikçe azalan platolar alanı başlar. Bu platolar yaşlı temeli örten daha genç tabakaları ve Neojen yaşlı dolguları kesen bir aşınım yüzeyi oluşturmaktadır.  Dicle Nehri sözkonusu platoyu yararak derinliği 5-50 m arasında değişen vadiler açmıştır. Eski temelin örtü tabakaları ile birlikte kubbeleşmiş olan Mardin eşiği arazisinin önemli bir bölümü Eosen yaşlıdır. Kalker litolojili Midyat Formasyonu’nun çevresinde Eosen-Oligosen yaşlı flişler bulunur. Bu formasyonun litolojik özelliği Batman ve Hasankeyf çevresinde mağara barınakları ve kale inşası bakımdan önemlidir. Midyat kalkerlerinin üzerinde Beşiri ve Kurtalan çevresinde ise jipsli bir fasiyes izlenir. Gercüş Dargeçit arasındaki yüksek kesimde Kretase –Paleosen yaşlı araziler, Raman-Garzan yöresinde Oligo-Miyosen, Hazro yöresinde paleozoik çekirdeği Kretase-Peleosen ve Eosen yaşlı birimler çevreler.

Diyarbakır havzası kalınlığı yüzlerce metreyi bulan klastik depolarla kaplı bir sübsidans sahasıdır. Havza kuzey ve doğuda Toroslar ve kenar kıvrımlar, güneyde Mardin eşiği, batıda ise Karacadağ volkanik kütlesiyle çevrelenmiştir. Vadiler boyunca uzanan geniş alüvyal düzlükleri, taraçaları ve hidrografik yapısıyla Diyarbakır Havzası bölgenin tarım ve yerleşmeye en elverişli yerini, aynı zamanda doğal yolların kavşak noktasını oluşturmaktadır. [14]

Dicle Nehri’nin doğu yakasından itibaren Siirt’e kadar oldukça geniş bir alan Miyosen tortullarıyla örtülüdür. Az derin ve hareketli denizel fasiyeste oluşmuş olan bu örtü morfolojik olarak yer yer monoklinal ve fleksür tipinde ve genellikle petrol içeren kıvrımlar halindedir.[15]

 Oldukça geniş bir alanda geniş bir lav örtüsü oluşturan kalkan şekilli genç bin volkanik kütle olan Karacadağ en belirgin rölyefi oluşturur ve bölgeyi drene eden iki akarsu havzasını birbirinden ayırır. Yüksekliği 1938 metreye varan Karacadağ volkanik kütlesinin çıkarmış olduğu lavlar yaklaşık 700 kilometrekarelik bir alana üst üste ve yana yana çeşitli akıntılar şeklinde yayılmıştır. Karacadağ orijinli volkanitler Dicle vadisinde kesintiye uğrar. Karacadağ bazaltları Diyarbakır surlarının ve çevredeki tarihi yapıların, geleneksel sivil mimarinin litolojik malzemesini oluşturmuştur. Havzanın en genç birimlerini volkanitler dışında Dicle Nehri mecrası çevresinde oluşan Pliyo –Kuvaterner yaşlı düzlük ve etek sistemleri ile Kuvaterner yaşlı akarsu sekileri oluşturur. Buraları aynı zamanda verimli tarım alanlarıdır. [16]

Bir bütün olarak bölgedeki hakim iklim türünü yaz kuraklığı ve yağış azamisinin kış mevsimine rastlaması, sıcaklık amplitüdünün fazla olması , pek fazla olmayan yağış tutarı, yazın çok sıcak ve kurak geçmesi, bununda ileri düzeyde su kaybına yol açması gibi özellikleriyle şiddetli karasal Akdeniz iklimi olarak nitelenebilir. Türkiye’ de yazın en fazla ısınan ve en fazla güneş enerjisi alan bölge burasıdır. Yazın ortalama sıcaklık 30 derecenin üzerindedir ve bazen 40 dereceye yaklaşır. Yaz kuraklığı bölgenin tüm yaşantısını olumsuz etkileyen ve sulama zorunluluğunu şiddetle hissettiren ana sorun olur. Dolayısıyle insanlar zorunlu olarak su kaynaklarına yönelmek zorunda kalmışlardır. Burada bölge açısından akarsuların önemi ortaya çıkmaktadır. Fakat termik bakımdan bölgenin çok uzun bir vejetasyon dönemine sahip olması (330 gün) yeterli suyun olması halinde  büyük bir tarım potansiyelini barındırdığı ortaya koymaktadır. Ancak sözkonusu kuraklık şartlarının özellikle Dicle havzasının kimi yerlerinde değiştiğini söylemek mümkündür. Özellikle kuzeydeki dağlık alanlarda, Karacadağ ve Mardin eşiğinde  yıllık yağış tutarı çevrelerine göre birkaç yüz milimetre daha fazladır. Yağış azamisinin zaman zaman İlkbahara kayması nedeniyle Nişancı[17] bölgedeki yağış rejimini gecikmiş bir Akdeniz rejimi olarak ifade etmektedir. Yağış açısından diğer bir özellik nisan-mayıs, hatta Ekim aylarında ısınan plato satıhlarında meydana gelen yerel konveksiyonel akımlar sonucu oluşan sağanaklı ve orajlı yağışlardır[18].

Havzanın bitki örtüsü ve toprak özellikleri ana iklim yapısının yerel etkilerini yansıtır. Bölge bugün için Türkiye’nin orman bakımından en fakir bölgesidir. 700-800 metrenin altında kalan alanlar step oluşumları ve kırmızımsı Akdeniz toprakları ile örtülüdür. Topraklar kireç bakımından zengin potasyum oranları yüksektir. Bu nedenle sulandığı takdirde yüksek verim sağlarlar.[19]

Dicle’nin kollarını aldığı alanlar Güneydoğu Torosların güneye bakan yamaçları Karacadağ ve Mazıdağı etekleri doğal orman sınırları içindedir. Buralarda bugün bile rastlanan mazı meşesi birlikleri fundalıklar ve çalılıkları bölgedeki ormanların yoğun bir tahribata uğradığının kanıtıdır. Meşe dışında geçmişin büyük orman kalıntıları olarak yer yer kızılağaç, gürgen, isfendan, yabani gül, yabani fındık ağaçları kuru ormanları yer yer göze çarpar. Yüksek dağlık alanlarda soğuğa dayanıklı ardıçlar, sulak vadi tabanlarında ise çınar ve söğüt ağaçları yoğunluk kazanır.[20]

Çok uzun yağışsız bir devrenin yaşandığı bölgede yeraltı ve yerüstü sularının önemi büyüktür. Su bilançosunun büyük bir açık ile kapanması ve jeolojik özelliklerden dolayı yeraltı suyu yetersiz veya çok derinlerdedir. Bu nedenle Dicle Nehri bölge yaşamı için büyük bir önem kazanmaktadır. Hazar Gölü çevresinden kaynağını alan Dicle Nehri, Maden dağlarının dar ve derin vadilerinden akarak Eğil civarında Birkılın suyu ile birleşir. Nehir Diyarbakır şehri önünden geçtikten sonra Hani çevresinden doğan Ambar çayı, Kulp ve Sason yöresinin sularını toplayan Batman Çayı’nı da aldıktan sonra bol debili gerçek bir nehir görünümüne kavuşur. Dicle nehri tarih boyunca çevresi için hem sulama, hem içme suyu hem de taşımacılık açısından çok önemli bir potansiyel sunmuştur. Uzun dönemler güneydeki ülkelerin ihtiyacı olan ürünlerin temini ve ulaştırılması Dicle Nehri’ndeki kelek taşımacılığı ile gerçekleştirilmiştir.[21]

Birçok doğal faktör açısından Dicle havzası elverişli konum özelliklerini sürdürmesine karşın iklim ve bitki örtüsü özellikleri insan yaşamı açısından bir dezevantaj gibi görülse de geçmişte bu şartlar farklı olmuştur. Zira insanoğlunun yeryüzünde gösterdiği en önemli kültür aşamaları bu coğrafya da Buzul sonrası yaşanan uygun koşullar altında gerçekleşmiştir. Jeomorfolojik bulgular Buzul sonrası dönemde bölgede daha nemli çevre koşullarına günümüzden 5000-7000 yıl öncesine rastlayan kurak bir ara dönemle belirlenen bazı dalgalanmalar ile geçildiğini ortaya koymaktadır. Bu dönemde su bilançosu pozitif olarak artmış, bölge nemli ve sıcak iklimler kuşağı içine girmiştir. Bu görüşü destekleyen en önemli kanıt Dicle kenarındaki kalın dolgu taraçaları, kuru vadiler, göl taraçaları ve geçmişin orman kalıntılarıdır. Dolayısıyle ısının birkaç derece düştüğü, nemin ve su bilançosunun arttığı günümüzden takriben 7000 yıl öncesinde  bugünkü su eksikliğinden kurtulmuş, tarıma elverişli plüviyometrik ve termik koşulların oluştuğu, av hayvanlarıyla zengin geniş meşe ormanlarıyla kaplı, yabani tahıl türlerini de içeren zengin otsu türlerinin yaygın olduğu tahıl üretimine elverişli iklim ve topraklarıyla kültürel çevre bakımından çok uygun bir ortam meydana gelmiş olmalıdır.[22]

 

DOĞAL ÇEVRE ŞARTLARINA BAĞLI OLARAK DİCLE HAVZASINDA BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE YERLEŞME TARİHİ VE İNSAN-MEKAN İLİŞKİSİ

Paleolitikteki insan yaşamı iklim şartlarına bağlı olarak biçimlenmiştir. Bilindiği üzere bu dönemde ülkemizde de dört buzul ve buzularası dönem yaşanmıştır. Yapılan araştırmalara göre Alt paleolitiğe ait buluntular çoğunlukla yer üstünden, yüksek alanlardan toplanmıştır. Bu durum Alt Paleolitik insanının daha çok açık alanlarda dolaşmak barınmak ve avlanmak imkanını bulduğunu göstermektedir. Öyleyse Alt paleolitiğe denk gelen devrenin buzularası sıcak ve uygun bir ortam olduğu söylenebilir.

Anadolu’daki Alt Paleolitik buluntuların açık hava buluntu yerlerinden ele geçmiş olması Pleyistosen’in ilk dönemlerinde Anadolu’da iklimin Paleolitik insanların açık havada yaşayabilmelerine uygun olabileceğini göstermektedir. Araştırmalar Anadolu ölçeğinde  Pleyistosen’de ekolojik açıdan Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin diğer bölgelere göre Paleolitik insanın yaşaması için daha uygun şartlar taşıdığını göstermektedir. Bu bölgedeki buluntular çoğunlukla yüzeyde, özellikle çakıllar ya da kumlu tabakalar arasından sekiler ve vadi yamaçlarından ele geçmiştir. Bu da bize  Anadolu ‘da kültürlerin geliştiği dönemde nemli ve ılıman bir iklimin hüküm sürmüş olabileceği  izlenimini vermektedir. Böylece alt Paleolitik insanının Anadolu’da özellikle bazı bölgelerde kolayca avlanabilme aletlerini işleyebilme ve hatta açık havada yaşayabilme imkanlarına sahip olmuştur. [23] Paleolitik insanlar hammaddeyi yakın çevrelerinden sağlamışlar bunları topraktan çıkarmışlar ya da yüzeyden toplamışlardır. Endüstrilerinde üretimi çoğunlukla sileks oluşturmuştur. Çakmaktaşından aletler genellikle Güneydou Anadolu, İç, Kuzey ve güney Anadolu’da sileks yataklarının civarında görülmektedir.

İlk İnsanların Doğu Afrika’dan Asya’ya ve Avrupa’ya yayılmalarında Doğu Akdeniz Ülkeleri olan Ürdün, Suriye, İsrail, Lübnan ve Türkiye önemli geçit oluşturmuşlardır. Yurdumuzun özellikle Hatay yöresi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi insanların bu göç yolları üzerindedir [24].

Würm Glasyali sonuna iklimde meydana gelen ısınma ve nemlilik şartlarının artmasına bağlı olarak bu insanlar günümüzden yaklaşık 10.7000 yılları arasında Güneybatı Anadolu ve İç Anadolu’ da çekilen göllerin kenarında ve Basra körfezinden başlayarak Güneydoğu Anadolu Torosların eteklerinde “Verimli Hilal” in Anadolu bölümünde yerleşmişlerdir [25].

Son buzul çağının bitişiyle iklimde meydana gelen değişim daha ılıman ortamda yaşayan bitki ve hayvan türlerinin çoğalmasına olanak vermiş, günümüzdekine benzer doğal bir ortam oluşmuştur. Arpa, buğday gibi bitkilerle koyun, keçi ve domuz gibi hayvanların yabani ataları bu ılıman ortamın flora ve faunasının arasına girmiştir.Bu olumlu değişimin sonucunda insanlık tarihinin ilk büyük devrimi olarak kabul edilen Neolitik Devrim yaşanmıştır.

Neolitik devrim insan topluluklarının binlerce yıl boyunca geçimini sağladığı avcılık ve toplayıcılık yerine üretime başlaması yani tarım ve hayvancılığı öğrenmesidir. Neolitik devrim elbette ki dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan değişik insan guruplarınca aynı anda yaşanabilmiş değildir. Elde edilen arkeolojik verilere göre, bu devrim ilk kez Ortadoğu’da ve M.Ö. 9000-7000 yılları arasında uzun bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. Bu dönemde Anadolu’nun güney kesimlerinin uygun şartlara sahip olması ve sözü edilen bitki ve hayvan türlerinin doğal yaşama alanı olması nedeniyle Neolitik Çağın ilk kez burada başladığı düşünülmekte ve bu düşünce de arkeolojik verilerle sürekli olarak desteklenmektedir.

Neolitik insanı zaman zaman değişen ve stabil olmayan çevre şartlarına rağmen bulunduğu coğrafi ekosistemi kabullenmiş ve uygun çözümler üretmiştir. Dicle vadisinde görülen ve 30 35 metreyi bulan höyükler bunun en güzel örneğidir. Üst üste kurulmuş höyük kentler her ne olursa olsun bulunduğu yeri terk etmeyen sadık bir mekan ve insan ilişkisi açısından tüm dünya arkeologlarını şaşırtmaktadır. Buna karşı Dicle havzası Fırat havzası kadar iyi bilinmemektedir.

Esin (1979)’in yaptığı palinolojik araştırmalara sonuçlarına göreG.Ö 11.000 yıllarından sonra Batı İran Kuzey Suriye Kuzey Irak ve Türkiye’de Pleyistosen’den Holosen’e geçilirken sıcaklığın arttığı G.Ö 10.000-9000/8000 yılları arasında Batı İran ve Anadolu’da daha az yağış düştüğü, buna karşılık aynı süre içinde Kuzey Suriye’de sıcaklık ve yağışın fazlalaştığı  Kuzey Irak’ta Zagros bölgesinde daha kurak ve sıcak bir iklimle karşılaşıldığı görülür. Bu süre içinde Güneydoğu Anodolu’da Kuzey Irak ve  Kuzey Suriye’ye benzer iklimin yaşandığı kabul edilirse gerek nemin gerekse sıcaklığın tahıl bitkilerinin yetişmesine elverişli yeterli bir doğal ortam oluşturduğu söylenebilir. Özellikle Çayönü’nün bulunduğu bölgede Kuzey Suriye İklim koşullarına uyum daha fazla sözkonusudur.

M.Ö.7300-6750 yılları arasında yerleşmeye sahne olan Çayönü özellikle mimarisiyle dikkat çeker. Aseramik Neolitik döneme ait üç yapı katında ızgara ve hücre planlı iki değişik mimari yapılanmaya rastlanmıştır. Erken döneme ait olan ızgara planlı yapılarda evlerin tabanı taş ızgaralar üzerine oturtulmuş, dallarla örtülen ızgaralar daha sonra çamur ile sıvanmıştır. Bu şekilde yaratılan hava akımı sayesinde nemden korunma olanağı sağlanmıştır. Daha geç dönem tabakalarında rastlanan hücre planlı yapılar ise birbirinden ayrı olarak bir meydan etrafına inşa edilmişlerdir. İçinde dikili taşların bulunduğu böyle bir meydana ilk kez Çayönü’nde rastlanmıştır. Meydanı çevreleyen binalardan ilk sıradakiler diğerlerinden daha büyük ve özel olarak muhtemelen törensel amaçlarla inşa edilmiştir. Bu iki yapı türü arasında bir de ilginç olarak bir Ata Kültürünün varlığını gösteren kesik kafataslarının bulunduğu yine dinsel amaçlı bir yapıya rastlanmıştır. Bu yapının avlusunda bulunan sunak niteliğindeki bir taş insan ve hayvanların kurban edildiğini düşündürmektedir.

Çayönü’nde ilk olarak buğdayın tarıma alındığı ve köpeğin evcilleştirildiği bilinmektedir. Avcılık da üretimin yanında önemli bir şekilde yer almıştır. Aletlerini yapmakta obsidyen ve çakmaktaşının yanısıra kemikten de yararlanmışlardır. Ayrıca çevrelerinde buldukları bakırı da basit yöntemlerle işleyip kullanmışlardır. İnsanlar göçebe hayat tarzından yerleşik düzene geçmeye başlamışlar, ilk köy toplumları da böylece yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Güneşte kuruyan çamurun sertleşmesinin öğrenilmesiyle ilk evler yapılmıştır

Orta Tunç Çağında Meopotamya ile başlayan çok sıkı ve iyi örgütlü ticaret ilişkileri bölgeyi daha cazip kılmıştır

Anadolu ile Mezopotamya ve Kuzey Suriye arasında Aseramik Neolitik Dönemden beri var olan ve obsidyen ticaretine dayanan sistem maden ticaretinin artmasıyla ters yönde işlemeye başlamıştır.

Mezopotamya ve Anadolu’nun birbirine komşu iki bölge olmaları kadar, iklim ve yerşekilleri ve buna bağlı olarak buralardan elde edilen ürünler bakımından birbirinden çok farklı alanlar olmaları ve karşılıklı ihtiyaç giderme bakımından tamamlayıcı durumunda olmaları  iki bölge arasındaki ticaretin temeli olmuştur. Ayrıca Mezopotamya’nın çöl ve denizlerle çevrili olması buradaki insanların kuzeye yönelmesine neden olmuştur.  Mezopotamya’nın doğal ve coğrafi şartları dışarıdan altın gümüş bakır kıymetli taşlar kereste ve inşaat malzemesi olarak taş getirilmesini buna karşılık kendilerindeki mamul maddenin ve özellikle buraya da başka pazarlardan getirilen kalayın ihracını gerektirmiştir [26].

 Tunç yapımında gerek duyulan kalay Anadolu’da az bulunduğu için Mezopotamya kalayına ihtiyaç duyulmuş ve bu kalayı Anadolu pazarına getirme işini de Asurlu tüccarlar üstlenmişti. Büyük kervanlarla Anadolu’ya gelen tüccarlar, kalayın yanı sıra parfüm, kumaş gibi malları da getiriyor, yerine altın, gümüş ve değerli taşlar götürüyorlardı.

 

Güneydoğu Anadolu Belgelerindeki yerleşmelere baktığımızda Su kaynakları ile yerleşmelerin dağılışı arasında yakın bir bağ olduğu görülür. Tarih boyunca da su kaynakları ve akarsular yerleşme alanlarının tespitinde ve uygarlıkların gelişmesinde etkili bir doğal ortam faktörü olmuştur. Nitekim tarımsal üretime geçişte sulamanın zorunluluğu ve suya bağlılık toplumları yeni arayışlara sevketmiş, hatta kültürel yaşamlarında bile derin izler bırakmıştır.

Ortadoğu’nun en önemli akarsularından olan Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynağını aldığı bol su kaynaklarına sahip  Anadolu’da gelişmiş olan Urartu medeniyeti Eski Çağ'da Anadolu ve Önasya ülkelerinin en büyük "hidrolik uygarlığı" olarak anılmaktadır.

Bölgede önceleri hayvan besiciliği ile uğraşan topluluklar, Urartu krallarının bölgeye inşa ettirdiği baraj, gölet ve sulama kanalları sayesinde tarımsal üretime geçerek yaşam şekillerini değiştirmişlerdi.

Urartu’ların sahip olduğu bu zenginlik sürekli Asur’luları cezbetmiş ve iki devlet arasında bitip tükenmeyen savaşların nedeni olmuştur.

Asurlular ile Urartuların bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesini Asurlular aleyhine zorlaştıran faktörlerden birinin de yerşekillerinin yanısıra yoğun ve sık ormanlar olduğunu görüyoruz. Van yöresine Asur kralının diktirdiği bir kitabede: “Güzel fidanlıkları dağıttım, üzüm bağlarını geniş ölçüde tahrip eyledim, sazlıklar kadar sık olan ormanları kesttirttim” denmektedir.

Bölgenin rölyef özellikleri Urartuların devlet sistemine yansımıştır. Kompartımanlar halinde bulunan yerel devletlerin kendisine bağlanması için bir konfederasyon şeklinde yönetilmişlerdir. Urartu tarihi bir bakıma bu kompartımanlar arası mücadele içinde geçerken asıl büyük mücadele güneyindeki yukarı Mezopotamya uygarlıkları ve özellikle Asurlular arasında geçmiştir. İki bölge  arasındaki farklı coğrafi yapı özellikle Doğu Anadolu'’un taşıdığı potansiyel zenginlik bu mücadelenin kaynağını oluşturuyordu. Zira Doğu Anadolu bol yağışlar nedeniyle bütün dağları baştan başa meşelerle kaplıydı. Dağlar arasındaki vadi olukları ve depresyonlar yüksek bir verim gücüne sahipti. Özellikle dağ sıraları arasında uzanan geniş plato düzlükleri ve volkanik kökenli bereketli toprakları ile tarla kültürlerine ne kadar uygunsa bol ve zengin çayırları ile o kadar da hayvancılığa elverişli idi. Bu nedenle Doğu Anadolu hayvansal ürünleri  tarla kültürleri ve yoğun ormanları su kaynakları ile çok varlıklı bir ülke idi. Buna karşılık Yukarı Mezopotamya bölgesi bir bütün olarak kurak bir step sahası idi. Bu bölgedeki bütün imkanlar ancak Fırat ve Dicle’ye bağlıydı. İşte her iki ülke arasındaki bu potansiyel fark Özellikle Asurluların Doğu Anadolu’yu ele geçirme arzusuyla bitmek tükenmek bilmeyen savaşların nedeniydi.[27]

 

Yeryüzünde bir çok yerde alüvyal toprakların verimini korunduğu büyük nehirlere ait geniş vadi tabanlarında güneşlenmenin bol dolayısıyla  bitkilerin gelişme devresinin kısa olduğu yerlerde topraktaki madensel tuzların yıkanmasının asgari düzeyde bulunduğu alanlarda nehirlerin taşkınlarıyla kendi kendine sulanan ve nehir sedimentleri yoluyla gübrelenen geniş taşkın ovalarında tarım faaliyeti gelişmiş ve bu durum buralarda büyük yerleşmelerin doğmasına imkan tanımıştır [28]. Ortadoğu’da ki ilk büyük şehirler büyük taşkın ovalarında ortaya çıkmıştır (Bağdat, Diyarbakır). Bu seçicilik hiç şüphe yok ki su temini yanında buradaki verimli topraklardan faydalanmak yada en azından sulamalı tarıma imkan vermesi dolayısıyledir. Tarih boyunca insanlar gereksinimlerini karşılamak için uygun doğal ortamları seçerken diğer yandan günün siyasi ve sosyal koşullarına göre korunaklı yerler aramışlar ve yönetim merkezlerini buraya kurmuşlardır. Dicle havzasındaki jeomorfolojik yapı bu tür yerleşmelere de imkan sağlamıştır. Topoğrafyanın oldukça uygun imkanlar sağlamasından dolayı yapılan ve kökeni Asurlulara dayanan Eğil ve Hasankeyf kaleleri, günümüzde hala ayakta olan Diyarbakır ve Cizre kale-kent yerleşmeleri bunun en güzel örnekleridir. Ne var ki bölgede hala ayakta olan çok önemli iki anıt Diyarbakır Kale kenti ve Hasankeyf  tarihi yapıları ağır tahribat altında hatta yok olmayla karşı karşıyadır.

 

Hasankeyf

Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş güzergahı üzerinde ve Dicle Nehri’nin kenarında stratejik bir noktada kurulan Hasankeyf’in ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Ancak şehir ve etrafındaki binlerce mağara insanların buraya çağlar öncesinden yerleştiğini göstermektedir Beşbinden fazla mağara evin, su arklarının, burada hüküm süren uygarlıkların yapmış olduğu tarihi yapıların bulunduğu Hasankeyf, Eskiçağ'ın önemli bir kalesi, Ortaçağ'da Artukoğullarının bir kolu tarafından kurulan devletin başkenti olmuştur. Mağara meskenleriyle çok eski bir yerleşme yeri olduğu anlaşılan bu ile eski çağda Kefa adı veriliyordu. Burası Amidia (Diyarbakır) ile Bezebda (Cizre) arasında, kara ve su yolları üzerinde konak yeri ve köprübaşı hizmeti görüyordu. Kale Roma ‹mparatorluğu'nun İran sınırı üzerindeydi, Abbasilerden Hamdanilerin, Mervanilerin ve Artukoğullarının eline geçti. 1260'ta Moğollar şehri yakıp yıktılar. Akkoyunlular zamanında bir ara canlandı. XVI. yy. başında (1516) İran Safevilerinden Osmanlılara geçti. Bir süre Diyarbekir eyaletinin bir sancağına merkez oldu.

 

 

BÖLGENİN TARİHSEL VE ARKEOLOJİK DEĞERLER AÇISINDAN TAŞIDIĞI POTANSİYEL ÖNEMİN  COĞRAFİ GEREKÇELERİ VE BUGÜNKÜ DURUM

 

Bu bölgede özellikle Hallan Çemi, Çayönü, Nevali Çori, Göbekli Tepe kazıları, insanlığın ilk büyük aşaması olan Neolitik Çağ kültürlerinin bilinen kronolojisini 4 bin yıl daha geriye götürmüş, İ.Ö. 10.bin ile 6.bin yılları arasında bölgede var olan kültürlerin görkemini ortaya koymuştur. Bu kazılarla, bilinen en eski tapınakların, anıtsal heykel ve kabartmaların, karmaşık bir sosyal düzenin, en eski madenciliğin Güneydoğu Anadolu'da ortaya çıkıp, başka bölgelere yayıldığı anlaşılmıştır.

Fırat havzasında yapılan yüzlerce araştırmaya rağmen Dicle havzası gereği araştırılmamış ve birçok tarihi belge kalıntı ve anıt tahrib edilmesine yağmalanmasına rağmen birçoğu da saklı durmaktadır. Zira Dicle havzası da paleocoğrafik koşullar açısından en az Fırat havzası kadar zengin bir potansiyele sahiptir. Bugün için sadece Ilısu barajı kurtarma projesi kapsamında Hasankeyf –Bismil arasındaki bölgede kurtarma ve kazı çalışmalarına başlanmıştır.

Dicle Barajı suları altında kalan Eğil kalesi ve kral mezarlarının böyle bir şansı olmamıştır.Heç olmazsa bugün için Eğil kalesinde yüzeyde kalan arkeolojik değerler için bazı çalışmalar yapılabilir. Bu sahanın tarihi coğrafyası açısından kaçınılmazdır. Aynı durum Diyarbakır tarihi kenti ve çevresi için de sözkonusudur. Kale içindeki tarihi doku birkaç yapı dışında tamamen yokolmuş görkemli surlar yıkılmakla karşı karşıyadır.

 

Hasankeyf SİT alanı ilan edildikten sonra mağara evlerde yaşayan insanlar iskana tabi tutulup ilçe merkezine yerleştirilmesine rağmen mağaralar kullanılmaz hale gelmiş, birçok eser tahrip edilmiş, hiçbir restorasyon çalışması yapılmamıştır.

Hasankeyf'in ortaçağ İslam yönetimi zamanından kalma anıtlarının bir bölümü ayakta durmaktadır. Bunlar özellikle A. Gabriel tarafından incelendi. Şehrin hisarı Dicle'nin yatağına 100 metre yükseklikte bir yar üzerine yerleşmişti. Asıl şehir bunun kuzeydoğusunda bir düzlük üzerindeydi, çevresinde ayrı bir sur yoktu. Her yanı yarlarla çevrili olan hisara doğu ucundan kaldırımlı bir yolla girilir. Bunun kuzeybatı ucunda bazı ev ve dükkanların bulunduğu eski şehir içinde Eyyubi sultanı Süleyman tarafından 1409'da yaptırılan, Rızk camii gibi bazı camiler yer alır. Dicle üzerindeki köprü, Hasankeyf'in en ünlü mimari eseriydi. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da, bunun bir Ortaçağ (Artukoğulları) eseri olduğu anlaşılmıştır. Köprünün büyük kemerinin açıklığı 40 metreydi, iki tarafında iki kemer daha vardı. Köprünün karşı yakasında İmam Abdullah tekkesi ve Uzun Hasan'ın oğlu Zeynelbey türbesi gibi birçok yapı ve türbe vardır.

Yüzlerce camii, kilise, saray ve şehir kalıntısıyla günümüze ulaşan Hasankeyf sorumsuz yönetimler, eğitimsiz insanlar eliyle asırlardır yağmalanıyor. Halkın mağaralarda yaşıyor olması, fakirlik ve ilkellik belirtisi zannedilerek alelacele küçük beton evlerden oluşan konutlar tarihsel kent üzerinde yapılarak pek çok anıt yok edilmiştir. Bunlardan çıkan kıymetli eşya ve sanat eserlerinin hikayeleri hala anlatılmaktadır. Arkeolojik çalışmaların da yeterince yapılmadığı, herşeyi ile üzerimizde sorumluluk olarak duran bu şehir restore edilip dünya insanlığına bir kültür ve turizm alanı olarak açılarak bölgenin canlanmasına sebep olabilir. Hala doğal yapısını koruyan Bu doğa harikası şehir, belki dünyanın nadir kentlerinden "Hasankeyf" Ilısu Barajı gölünde yok olacağı günü beklemektedir.

 

 

 

BİBLİYOGRAFYA

 

ARDEL,A.,1961,"Güneydoğu Anadoluda Coğrafi Müşahedeler","TÜRK COĞR. DERG.",21,140148,"İstanbul"

ERİNÇ,S.,1980,"Kültürel Çevrebilim Açısından Güneydoğu Anadolu","GD Anad. Tarihöncesi Araşt.-I",,6572,

GÜNEY,E.,1990,"Dicle Irmağında Kelek Taşımacılığı","AKDTYK  COĞR. ARŞT.",2,323328,"Ankara"

İNANDIK,H.,1951,"Diyarbakır Civarında Köy Hayatı","İ.Ü. COĞR. ENST. DERG.",1,138143,"İstanbul"

İNANDIK,H.,1951,"Diyarbakır Civarının Kuraklık İndisleri ve İklim Diyağramları","İ.Ü. COĞR. ENST. DERG.",2,105112,"İstanbul"

SöZER A.N.,"Diyarbakır Havzası","Diyarbakırı Tanıtma ve Turizm Dern.yay.No:19","1969","Ankara"

SöZER,A.N.,1974,"Güneydoğu Anadolunun Nüfus ve Kır Yerleşme Sorunlarına Coğrafi Bir Bakış","TR'nin SOS. EKON. SORUN. SEMİN.",,171207,"Erzurum"

ACAR, E. Anadolu’da Tarihöncesi Çağlardan Tunç Çağı Sonuna Kadar konut ve Yerleşme, Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

AKIN, G. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Geleneksel Mimarlığında İki Tarihsel Ev Tipi: Bindirme Kubbeli ve Tüteklikli Evler, Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

AKTÜRE, S., “Anadolu’da Bronz Çağı Kentleri”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

AKURGAL E.; Anadolu Uygarlıkları, Net Yayınları, 1987, s.104. 

AKURGAL, E. Batı Anadolu’ da Konut, Yerleşme ve Kent Planlaması (MÖ 3000-30) , Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

ARSEBÜK, G. Biyokültürel Açıdan İnsan (Sığınağı ve barınağı) , Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

ARU, A. K, Osmanlı-Türk Kentlerinin Genel Karakteristikleri Üzerine Görüşler, Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

ATALAY, İ., 1989,Tükiye'de kır yerleşmelerinin arazi deradasyonu üzerindeki etkileri Atatürk K.D. ve T.Y.K.Coğrafya Bilim ve Uygulama Kolu Coğr.Araş. Cilt 1, Sayı 1.Ankara

AYGEN, N., 1946,  İnsanlığın Kültür Tarihi Hakkında, A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C:IV sayı:4

BİLGİÇ, E.,  Anadolu nun İlk Tarihi Çağının Ana Hatları İle Rekonstrüksiyonu, A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C: VI, Sayı:5, S:489-516

BİLGİÇ, E.:1955, MÖ. İkibin Yıllarında Mezopotamya-Anadolu Arasındaki Ticari ve İktisadi Münasebetler, Dokuzuncu Coğrafya Meslek Haftası, Tebliğler ve Konferanslar. S. 193-202, stanbul

EROL, O, 1983, Paleoekolojik Araştırmalarda jeomorfolojinin önemi, Arkeometri Ünitesi Bilimsel Toplantı Bildirileri, Tübitak yayınları no: 566, Ankara

EROL, O., ALKAN, E., ELİBÜYÜK, M. ve DOĞU, A.F., 1987, Aşağı Fırat Bölgesi'nde Bugünkü ve Kuvaterner'deki Doğal Çevre Koşulları: ODTÜ. Aşağı  Fırat Projesi, 1978-1979 Çalışmaları. Aşağı Fırat Projesi Yayınları.Seri I,No.3 Ankara.

EROL,O.,1980,"Anadolu'da Kuaterner Plüviyal İnter Plüviyal Koşullar ve özellikle Güney - İç Anadolu'da Son Buzul Çağından Bugüne Kadar Olan Çevresel Değişmeler","A.Ü.DTCF COĞR.ARŞT.DERG. ",9,516,"Ankara"

ERZEN, A., “Doğu Anadolu ve Urartular”, TTK Yayınları.

GÜLDALI,N.-Deroche,A.M.,1991,Güneydoğu Anadolu'da Tarih öncesi İnsanlarının Yaşam Ortamları; özellikle Doğal Mağaralar, Jeomorfoloji Derg.,19,131138,

GÜNALTAY, Ş.,  “Yakın şark”, M. TTK Yayınları. I-Elam ve Mezopotamya II-Anadolu III-Suriye ve FilistinIV-1.Perslerden Romalılara Kadar, IV-1.Romalılar Zamanında Kapadokya, Pont ve Artaksiad Krallıkları

İPLİKÇİOĞLU, B.,  “Eskiçağ Tarihinin Ana Hatları”, Bilim Teknik Yayınevi.

KALELİOĞLU,E,.1989, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Tarımsal Yapısı, AKDTKY Coğ. Arşt. Sayı:1, sf: 159-167, Ankara

KALELİOĞLU. E,. 1964, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Antep Fıstığı Alanları, Türk Coğ. Derg., S. XVIII-XIX, s:22-23’den ayrı basım, ANKARA

KANSU, Ş.A., Anadoluda Mezolitik Kültür Buluntuları,  A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C:II  sayı:5, s:673-682

KINAL, F., “Eski Anadolu Tarihi”, TTK Yayınları.

KINAL, F., Doğu ve Güneydoğu Anadolu Da Tetkik Gezisi Raporu, A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C:  sayı:

Kökten, İ.K., Anadoolu da Prehistorik Yerleşme Yerlerinin Dağılışı Üzerine Bir Araştırma A.Ü.D.T.C.F. dergisi  C: VI sayı:5, S:531-536

LANDSBERGER, B., Mezopotamya Da Medeniyetin Doğuşu,  A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C: II, sayı:3, S: 419-429

MELLAART, J., “Yakındoğu’nun En Eski Uygarlıkları”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

ÖZGÜÇ, T.,  Ön Tarihte Güney ve Güney-Doğu Anadolu’ nun Mukayeseli Stratigrafisi A.Ü.D.T.C.F. dergisi,  C:IV, sayı:3

RAMSAY, W. M. (Çev. M: PEKTAŞ, 1960) Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, M.E.B Basımevi, İstanbul

ROBERT, L.,  Anadolunun Eski Çağ Şehirleri A.Ü.D.T.C.F. dergisi  C:VI,  sayı:5, S:531-536

RUBEN, W.,  Anadolunun yerleşme tarihi ile ilgili görüşler A.Ü.D.T.C.F. dergisi  C:5, Sayı:4, S:369-389

SEVİN, V., “Anadolu Arkeolojisinin ABC’si”,, Simavi Yayınları.

SÖZER, A.N,.1984,’’Güneydoğu Anadolu’nun Doğal Çevre Şartlarına Coğrafi Bir Bakış’’, Ege Coğ. Derg. Sayı:2, sf:8-30, İzmir.

TANYELİ, U. Anadolu’da Bizans, Osmanlı Öncesi  ve Osmanlı Dönemlerinde Yerleşme ve Barınma Düzeni, Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yay. İstanbul

TUNCEL, M., 1980, Türkiye'de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış,İ.Ü. Coğr. Enst. Derg.,23,123160,İstanbul

TUNÇDİLEK, N., 1986, Türkiye'de yerleşmenin evrimi;. Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü Yayınları, No:3, İstanbul

YALÇINKAYA, I.,1985, Araştırmalar Işığında Anadolu Alt Paleolotiği Ve Sorunlarına Genel Bir Bakış, A.Ü.D.T.C.F. Antropoloji bölümü yayınları, sayı :12

YALÇINLAR,İ., 1976, Türkiye'de bazı şehirlerin kuruluş ve gelişmelerinde jeomorfolojik temeller; Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 17, s.53-66.

YAVUZ, S A., 1985, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin İklimi, Dicle Üniv. Sosyal bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi(Basılmamış), DİYARBAKIR



[1] Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü/ELAZIĞ

[2] Erol, 1983

[3] Tunçdilek, 1986

[4] Tolun-Denker, 1977

[5] Özdemir-Karadoğan, 1996

[6] Atalay, 1989

[7] Tunçdulek,1986

[8] Güldalı,1991

[9] Erinç (1980)

[10] Erinç (1980)

[11] Sözer, 1984

[12] Erinç (1980)

[13] Erinç (1980)

[14] Erinç(1980)

[15] Türkünal, Altınlı, Sözer

[16] Sözer, 1984

[17] Nişancı,1972)

[18] Sözer (1966)

[19] Erinç(1980)

[20] Güney81989)

[21] Güney (1990)

[22] Erinç (1980)

[23] Yalçınkaya,

[24] Güldalı,1991

[25] Atalay, 1996

[26] Bilgiç, 1955

[27] Tunçdilek, 1986

[28] Güney,1984

 

Tonbul, S., Karadoğan, S., 2001.  Dicle Havzasındaki Doğal Çevre ve Beşeri Özellikler İle Arkeolojik Değerlerin, Bölge Paleo-Coğrafik ve Paleo-Kültürel Koşulların Belirlenmesindeki Rolü Ve Bugünkü Durum. Türkiye Anıt Çevre ve Turizm Vakfı 25. Yıl Armağan Kitabı, s.341-351.