Botan’ın savrulan rüzgârında, Dicle’nin hüzünle çağlayan sularında, yüzyılların ötesine uzanan bir efsane yankılanır: Elo Dîno’nun adı, adaletin, yiğitliğin ve isyanın türküsünde, halkın kalbinde yaşamaya devam eder.
Dicle Nehrinin yatağına gömülerek menderesler yaparak aktığı, başak sarısı bir coğrafyada, Bafê’nin yalnız toprak evlerinden birinde gözlerini açar Elo. Onun doğduğu gün, gökte güneş yok gibidir; yeryüzündeki tohumlar gibi, çaresizliğin ve açlığın gölgesi çökmüştür memlekete. Ne bir parça ekmek, ne bir kâse yoğurt eksik değildir sofralarda. Süt akmaz annelerin göğsünden; çünkü zalimler, kasırlarında kadeh tokuşturur, cariyelerin gerdanında refaha gülerken, halk açlığın ve yoksunluğun pençesindedir. Dicle bile, bu defa ihanet eder gibi, zenginlerin gönlünde, bezirgânların kesesinde akar.
Elo Dîno, yiğitliğin ateşiyle büyür; kara kaytan bıyıkları ve delişmen bakışlarıyla Botan’ın umududur artık. Seyreder Dicle’yi bir kayanın üstünden, gözlerinden damlayan yaş gibi akar nehir. Bir karar verir Elo: Bu adaletsiz düzene başkaldırmak, açların, yoksulların yüreğine ferah, sofralarına ekmek taşımak gerekir. Çünkü beylerin, mirlerin, paşaların, sultanların hükmü altında ezilen halkın başka şansı yoktur.
Dostlarını toplar bir gece, Dicle’nin kıyısında, rüzgârda yankılanan bir nida bırakır geceye:
“Ey Botan’ın yiğitleri! Karnımız aç, ümidimiz sönük. Bu topraklar bizim, ama bereketi başkalarının. Vergilerle, zulümle, Mir Mihemed’in ve hükümdarların yüküyle eziliyoruz. Şimdi, Dicle’ye zincir vurma vakti; o bezirgânlar, o mirler ve paşalar bu nehirden geçemesin diye. Bu halkın karnı doyacaksa, hakkını kendi elinden almalı.”
Dicle’nin üzerine zincirler vurulur; nehirde akıp giden sallar artık Elo’nun izniyle geçer. Bezirgânlardan alınan haraç, yoksul sofralara, çocukların umutla uyanacağı sabahlara dönüşür. Elo ve arkadaşları, halkın gözünde göğe yükselir; hem yiğidin, hem de adaletin adı olur.
Fakat zenginlerin ve mirlerin nefreti büyür. Bezirgânlar toplanır; Cizre’de, Dicle kenarındaki Birca Belek’te, Mir Mihemed’in huzuruna varırlar. Mir Mihemed, beylerin kibriyle konuşur:
“Elo Dîno, bizim hükmümüzü tanımadı. Onu esir alın, huzuruma getirin! Onun yıldızını söndüreceğiz.”
Hile ve tuzak, zenginlerin oyunudur. Salın üstüne bir çadır kurulur; içinde beyaz gerdanlı, gözleri pınar gibi derin, saçları bulut gibi kıvrımlı bir genç kız ve davulun, zurnanın sesiyle bir düğün havası yaratılır. Koca nehir boyunca, dalga dalga yayılan müziğin izini süren Elo, karanlık bir gecede tuzağa düşürülür. Botan’ın geleneği döner dolaşır, Elo’yu kandırır; Mir’in hediyesini çevirmek olmaz, bir düğün gecesinde beyaz bir gelinin kollarında sarhoş olur, bezirgânlar tarafından uyur halde sala yüklenir.
Gözlerini açtığında, Birca Belek’teki Mem Zindanı’ndadır. Kaderin demir parmaklıkları arasında, işkencenin acımasız elleri Elo’yu yoklamaktadır. Omuzları demirle delinip alevli mum konur üstüne, ama Elo’nun gözünden tek bir damla yaş süzülmez. Mîr Mihemed bakar:
“Daha beter bir hal var mıdır, ey Elo?”
Elo’nun sesi acıyla titrer;
“Bir gün evine uzaklardan bir tanrı misafiri gelir. Çok açtır. Senden sadece bir tas süt ister. Ama senin ve eşinin evinde süt yoktur. Birbirinize biçare bakarsınız, tanrı misafiri aç halde yoluna, yani ölüme gider. İşte o hal, her açıdan daha beterdir.”
Mîr’in gözleri bu cevabın hakikatiyle dolar, işkenceyi durdurur; ama zaman tükenmiştir artık…
Elo Dîno, Mem Zindanı’nda, adalet uğruna, halkı için canını verir.
Dicle, o günden sonra daha hırçın, Botan’ın rüzgârı daha buruk eser; dengbêjler Elo’nun adını, türküsünü, dansını her baharda yeni baştan söyler. Onun adı, halkının umut dolu dualarında, özgürlük türkülerinde yaşamaya devam eder.